NEFESSIZ

Ardı arkası kesilmeden gelen ölüm haberleri ile hepimizin kalbi ağrıyor. Aklım almıyor çokça şeyi…

Bir insana canının sedyeden daha önemsiz olduğunu hissettiren neyse anlayamıyorum.  Hala, gömülmek için yeraltından çıkmalarını bekliyoruz sayısı belirsiz insanı…

Kolay ölüm, rahat ölüm, hızlı ölüm, tatlı ölüm…

Yapılan bir çok açıklama ile şahsen ben akıl tutulması yaşıyorum…

Nefesimizi tuttuk azıcık umutla, büyük çaresizlikle, acıyla bekliyoruz nefessiz toprak altında kalanları…

Daha önce nefes ile ilgili yazımda solunumun ve oksijenin ne kadar önemli olduğunu anlatmıştım. İnsan nasıl karbonmonoksitten boğulur anlatmaya çalışayım, biraz bilimsel gelebilir ama oksijensiz kaldığımızda bedene ne oluyor bakalım:

Kanımızda solunum organından dokulara oksijen, dokulardan solunum organına ise karbondioksit ve proton taşıyan bir protein var: Hemoglobin.

Tüm doku ve hücrelerimize oksijen taşıyan bir kimyasal

Hemoglobin, yapısı nedeniyle oksijen atomlarına bağlanabilmekte. Ancak hemoglobinin yapısındaki demir, oksijen gazına son derece zayıf bir şekilde bağlanıyor.

Dokularda, oksijen oranı akciğerlerdekine göre çok daha düşüktür. Kanımız dokulara ulaştığında hemoglobin üzerindeki difüzyon kuvvetleri etkisi nedeniyle oksijeni tutamaz. (Difuzyon: çok yoğun ortamdan az yoğun ortama geçiş) Bu nedenle oksijen ayrılır ve dokulara doğru nüfuz eder. Böylece oksijen kan yoluyla dokulara ulaşmış olur.

Öte yandan karbonmonoksit demire oksijene göre 200 ila 300 kat daha güçlü bir şekilde bağlanır ve sadece difüzyon gibi basit kuvvetlerle koparmak olanaksızdır. Ancak ortamda başka kimyasallar bulunuyorsa hemoglobinden ayrılabilecektir. Böyle bir adaptasyon geçirmediğimiz için, normalde bu kimyasallar vücudumuzda bulunmaz.

Dolayısıyla eğer ki soluduğumuz havada karbonmonoksit oranı yüksekse, bu gaz hızla akciğerlerimizde hemoglobine bağlanmaya başlar.

Ancak bu karbonmonoksit yüklü hemoglobin dokulara ulaştığında, difüzyon kuvveti hemoglobin ile karbonmonoksit arasındaki bağı kıramaz. Dolayısıyla bu hemoglobinler dokulardan olduğu gibi geçerler ve tekrar akciğerlere dönerler.

Ancak döngü devam ettikçe, sürekli olarak yeni ve boşta olan hemoglobinler karbonmonoksit bağlamaya devam ederler.

Belli bir sayının üzerinde hemoglobin, oksijen yerine karbonmonoksit taşımaya başlayınca, dokular oksijensiz kalmaya ve hızla ölmeye başlarlar.

Eğer hemen müdahale edilmezse, hemoglobin asla karbonmonoksitten kurtulamayacaktır ve bireyin boğularak, oksijensizlikten ölmesine neden olacaktır.

Çünkü sözünü ettiğimiz, oksijenle beslenmesi gereken dokular arasında beyin, kalp, karaciğer, böbrekler gibi hayati organlarımız vardır ve bunlar kısa sürede, oksijensizlik nedeniyle ölecektirler.

Vücudumuzdaki oksijen oranları azaldıkça ve dokulardaki solunum ürünü olan karbondioksit arttıkça, boğulma başlar. Öncelikle hipoksi, yani oksijen yetmezliği durumu görülür.

Sonrasında ise apoksi, yani oksijensizlik hali oluşur. Vücut oksijensiz kalacağı için daha hızlı bir şekilde kan dolaştırması gerektiğini düşünerek fibrinolizin* salgılar. (Fibrinoliz kanamanın durdurulması için oluşturulan pıhtının görevini yerine getirdikten sonra eritilmesine yarar.)

Bu büyük bir hatadır, çünkü bu kimyasal kanın akışkanlığını arttırır ve karbonmonoksidin çok daha hızlı bir şekilde hemoglobinleri işlevsiz kılmasına neden olur.

Vücuda oksijen yetiştirme, evrimsel süreçte bir numaralı öneme sahip olduğu için bu süreç devam eder. Kan akışkanlığı artmasının yanı sıra, boynumuzdaki damarlar genişler ve beyne daha çok kan gitmesini sağlar.

Bu, beyne daha çok karbonmonoksit taşınması demektir. Aynı zamanda kalp ritmi artar. Bu sebeple göğüs üzerinde bir ağrı hissedilebilir.

En belirgin semptomlar, baş dönmesi, mide bulantısı, kusma, yorgunluk, kafa karışıklığı, mide ağrısı ve elbette, nefes darlığıdır. Bu semptomlar giderek kötüleşir, baş ağrısı ve kalp sıkışması ortaya çıkmaya başlar.

Anoksi hali, yani oksijensizlik devam ettikçe, kılcal damarlar şişmeye başlar. Böylece dokulara daha fazla oksijen taşınması hedeflenir. Bunun bir yan etkisi olarak damarlarda ve dokularda tıkanıklıklar artar.

Yani vücut, kendini kurtarmak için geçici çözümler üretmeye çalışır; ancak bunların olumsuz etkileri vardır.

Örneğin dokuların geçirgenliği daha fazla oksijen kabul etmek için artar; öte yandan bu, vücutta hızla ödemlerin ve şişliklerin oluşmasına neden olur.

Eğer ki oksijen seviyesi normal hale dönemezse, vücuttaki sıvı dengesi bozulmaya başlar.

Bu durum, kan akışını zincirleme bir şekilde bozar ve dokuların iç dengelerini korumasına engel olur. Böylece canlılığın şartları ihlal edilmeye başlar: hücreler, iç aktivitelerini kullanarak entropi artışına karşı koyabilecekleri enerjiyi üretememeye başlarlar.

Böylece hücreler önce tek tek, sonrasında öbekler halinde ölmeye başlar. Buna engel olmaya çalışan vücut, kılcal damarlar arasındaki bölgelerdeki basıncı arttırır.

Eğer ki oksijen seviyeleri normale dönemezse, kılcal damarlar yırtılmaya başlar. Böylece iç kanama görülür.

Nihayetinde, vücudun tüm dengesi alt üst olduktan sonra, hücre ölümleri kitlesel bir hal alır.

Oksijenle beslenemeyen beyinde sinirler ölmeye başlar. Bu nedenle beyin, kısa sürede kendisini kapatarak vücudu kurtarmaya çalışır.

Oksijen eski haline dönmezse, beyin de kısım kısım ölerek sonunda bireyin ölümüne giden süreci tamamlar. Bu süreçte, kalp ve karaciğer gibi organlarımız da oksijen alamadıkları için çalışmalarında sorunlar baş gösterir ve kısa sürede bunlar da tamamen iflas eder.

Kısaca var olabilmemizi sağlayan en temel gazın yani oksijenin yokluğunda, vücut çok hızlı, sancılı ve ölümcül bir süreçten geçerek tüm organizmanın ölüm basamaklarından bir bir geçer.  Bu tür bir ölümü tanımlamak için kullanabilecek son sıfat kolay, hızlı, rahat ya da tatlı dır.

Işıklar içinde uyusunlar…

Kaynak: Phd. C. Mert Bakırcı