ÖNCE İNSAN! / HUMAN FIRST!

Önce İNSAN!İçinde yaşadığımız çağda savaş, çatışma hatta soykırım ve bireysel kimliklerin tekrar oluşturulması arasındaki bağlar çok belirgin ve son derece karmaşık. Ulus, din ya da ırk olgularının siyasi, ekonomik ve politik çıkarlarla neredeyse doğrudan ilişkilendirildiğindi günümüzde her ulus kendi tarihinden kurban ya da saldırgan olarak rol aldığı örnekler çıkarabilir. Bu durumu kimlik sorunu ya da ötekileştirme sorunu yüzünden yaşamaktayız.İnsanın insana uyguladığı şiddeti anlamak mümkün değil; İspanyolların Yeni Dünya’ya yaptıkları, Afrika toplumlarının katledilişi ya da köleleştirilmeleri… Soykırımlar… savaşlar… çatışmalar… Terör saldırıları… Bir kolluk kuvvetinin yaralanması ile bir sivilin maruz kaldığı şiddet kıyaslanamaz; hiç biri daha az dehşet verici ya da tercih edilir değildir.Ancak her kurban sorunla temelde yüzleşmek yerine kurbanlaştırılması gereken bir fail peşine düşüyor! Bir “ben” tanımlayıp o “ben”i muhafaza etme çabası daha biz iki buçuk yaşımızdayken başlıyor. İki buçuk yaşından önce çocukta “ben”, “benim” gibi kavramlar olmadığı gibi (ve tam da bu nedenle) ben ve öteki ayrımı da yok.  Yıllar içinde ego güçleniyor ve kişi “ben” tanımına daha sıkı sarılmaya başlıyor. Alışkanlıktan verilen tepkiler, gerçekliği sorgulanmamış inançlar ve kökeni araştırılmamış duygular insanı yönetmeye başlıyor. Kendini bu zihinsel yapı ile bir tutan insan diğerlerinden ve evrenin bütününden ayrı bir varlık olduğu yanılgısını yaşamını sürdürebiliyor. Başımıza ne geliyorsa bu yüzden geliyor…Bu süreç nasıl işliyor psikolojik ve sosyolojik olarak bakalım: Günümüzde araştırmacı ve bilim insanlarınca sadece ‘kimlik’ sözcüğü kullanılmakta. Bunun nedeni batı dilerindeki birlik-aynılık sözcüklerinin Türkçe’deki karşılığını en iyi şekilde ‘kim’lik kökünün / sözcüğünün karşılaması.Türkçe sözlükte kimlik, toplumsal varlık olarak insana özgü belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların ya da herhangi bir nesneyi belirlemeye yarayan özelliklerin bütünü olarak açıklanıyor.Kimlik; kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların “Kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuna verdiği yanıt ya da yanıtlardır. Çeşitli dokümanlarda değişik şekilde tasnif edilen kimlik; 1. Kişisel kimlik (Ben kimim?) 2. Psiko-sosyal kimlik (Biz kimiz?) 3. Ulusal / kültürel kimlik (Bizler hangi kültür ya da ulusa aidiz?) veya 1. Temel / tabii kimlikler (Aile, aşiret soy ve din esaslarından kaynaklanan) 2. Sonradan yaratılmış sosyo-politik kimlikler (millet, sosyal sınıf, vatandaşlık gibi sosyo-politik) olarak sınıflandırılmaktadır.Kişisel kimliğin ‘öz-saygı’ ve ‘kendini sunma’ ile ilgili öğeleri var. Birey çeşitli süreçleri kontrol ederek kimliğini korur. Bu süreçlerden ilki insanın kendisini tanımasına yönelik benlik değerlendirme sürecidir. Bu süreç, doğru, gerçekçi bilgi edinmeyi hedefler ve genelde nesnel bir tutumu yansıtır.İkinci süreç, bireyin kendisi hakkında gerçekçi bilgilere değil de yalnızca lehine olanları seçmesi sırasında kendini gösteren ‘öz-saygıyı yükseltme’ veya ‘kimlik arttırma’ sürecidir. Süreçlerden üçüncüsü, kimlik koruma sürecidir. Başarısızlık gibi durumlarda imaj tehdit altına girdiğinde, yine öz-saygıyı korumak için işletilen özür dileme, mazeret bulma, ötekinin ters davranışını öne sürme, sorumluluğu başkasına yükleme davranışlarında kendisi göstermektedir. Dördüncü süreç, geçmişten bu yana yaşanan çeşitli olaylar ve deneyimler içerisinde kişinin kendisi hakkında tutarlı bir görüşe sahip olma ihtiyacını ifade eden tutarlı benlik görüşü sağlama sürecidir.Son sürece “benlik sunumu” süreci adı verilir ki, bu süreçte ötekine bireyin kendisi hakkındaki gerçek algısına tekabül eden veya ötekinin kişiyi görmelerini isteyeceği şekilde bir imaj yansıtılmaktadır.Bireyin kimliğini belirleme ve anlama ihtiyacını antropologlar bazı temel tanımlamalarla açıklamaya çalışmışlardır. Bunlardan ilki sosyal çevreye uyum ihtiyacıdır. Bireyin kendisini güvende hissetmesini sağlamaktadır. Güvenli ortamda kalabilmek için de o sosyal çevrenin kimliğini taşımanın zorunluluğunu hissetmektedir. Bir diğer ihtiyaç aile ve sosyal çevrede, yaşadığı topluluk ya da toplumda kabul görme isteğidir. Bununla birlikte, bir sosyal çevreye, bir yere, bir aileye, bir topluma, bir ulusa, bir bölgeye ait olmayı belirlemek ve belirtmek de kişinin yaşamına etki eder. Ayrıca, ait olma kim olmayı belirlerken, kişiliğin kabullenici özelliğini de yansıtmaktadır. Bir topluma, bir ulusa ait olunduğunu söylemek kimliğin bir parçası olsa da temelde bireyin kendini savunmasının bir başka biçimidir.Birey, kimliğini tanımlamaya ve savunmaya çalışırken aslında farklılığını ortaya koymaktadır. Bu farklılık pozitif ve negatif olarak iki boyutta ele alınmıştır. Her birey olumlu yanıyla kimliğini kanıtlayamaz ve farklılığını gösteremez. Gösterebilirse, ‘kim’ olduğunu kolaylıkla anlatabilir ve benliğini savunabilir; bu pozitif bir farklılık gösterimidir. Farklılıkların başkaları tarafından belirlenmesi kişiyi savunmasız bırakmaktadır ve bu bir negatif belirlemedir.Bireysel kimliğin oluşumu için olmazsa olmaz koşul, insanın aynadaki imgesiyle özdeşleşmesinin sağlandığı bir ayna evresidir ki, Narsis Mitosunun temelidir. Ancak bireysel kimliğin oluşumunda aynadaki imgenin rolünün öneminin anlatılması, kolektif kimliğe geldiğimizde karşımıza bir sorun çıkartır.Aynadaki beden imgemiz, kimliğimizin oluşumu için bir temel sağlamaktadır, ama kolektif kimliğin inşası söz konusu olduğunda aynanın önünde kurgusal bir topluluk vardır. Bu topluluğun sınırları ve dış hatları belirsizdir; bir gestalt yoktur. Kolektif kimlik arayışında aynanın önündekini düşlemek, tasarlamak ve üretmek gerekir.Bilindiği gibi hiçbir topluluğun tek başına, zaman-mekân dışı bir kolektif kimliği yoktur, kolektif kimlik de diğer topluluklarla ilişki içerisinde yapılanmaktadır ve zamanla değişebilmektedir. Bu, kimlik kavramının süreç içinde yapılanan değişken ve kurgusal bir niteliği olduğunu göstermektedir; Toplum kurgulanmış bir gerçekliktir. Bu kurgunun en önemli parçası ise ortak bir geçmişin vurgulanmasıdır. Burada işin içine bir de Öteki kavramı giriverir…‘Öteki’, belli bir kişinin ya da grubun dışında, dışta yani mekân veya zamanda, uzak halklar ve gruplarla ilgili olabilir. ‘Öteki’nin, benzerlik ve farklılığın, ayrımcılığın neye göre belirleneceği ise, tarihsel koşulların değişimine, bağlama göre şekillenir.Bir başka deyişle, ‘öteki’ne atfedilen özellikler mutlak değildir. Hoşlanılmayan öteki ya kötü niyetli ya da refahı ve mutluluğu tehdit eden kişi ya da grup olarak nitelendirilir. Hoşlanılmayan öteki, grubun dinince yorumladığı biçimiyle şeytani güçlerle donanmış gibi gösterilebilir ya da ekonomi konusunda adaletsiz bir rakip olarak resmedilebilinir.Bu noktada ötekinin zararlılığı üzerine kararlaştırılacak anlamsal kurgular o dönemin toplumsal ilişkilerinin, çatışmaların ve ayrışmaların yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Bireyler kimlikleri konusunda bir tehdit hissettiklerinde farklılıklarının tanınması için daha ısrarcı ve talepkar olmaktadırlar. Bu talepler kültürel sorunları siyasetin içine yerleştirmektedir.Ünlü biyolog Julian Huxley, ötekine karşı duyulan önyargının ve yabancı düşmanlığının ve hatta ırkçılığın kökenindeki, etmenlerden biri olarak kabile duygusunun gücünden ve derinliğinden söz etmektedir. Bu duygunun bir “sürü güdüsü” olarak kurulduğunu, sürü hayvanlarının kendi türlerinden hayvanlar arasında bir hoşnutluk duygusu duyduklarını belirtir; buna ek olarak, sürü içindeki hayvanın bir tür güven duygusu içinde olduğu açıklar. Ancak Julian Huxley, hayvanlarla doğuştan olan bu duygunun insanlarda sonradan edinilmiş oluşuna dikkat çekmektedir.Pek çok ön yargı ve stereotipin kaynağını oluşturan Etnosantrizm dediğimiz; bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirme tutumudur.Sağlam psikolojik temellere dayanan Etnosantrizm genellikle, diğerlerinin olumsuz bir tarzda nitelendirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Etnosantrik kişi, başka gruptan olanları, kendi grubunun kültürel kabullerinden ve değerlerinden hareketle, dolayısıyla taraflı bir şekilde yargılar. Bunun altında kendi doğrularının herkes için geçerli olduğu fikri vardır ve bununla tutarlı olarak, bu doğrulara sahip olmayanların ya da uymayanların geri veya aşağı oldukları sonucuna varır. Toplumlararası ilişkiler yakından incelendiğinde, öncelikle diğer grubun “öteki” haline getirildiği ve ona bazı olumsuz özellikler atfedilerek kategorileştirildiği gözlenmektedir.Etnosantrik bakış açısı sebebiyle bireylerin kendi çevrelerinin, tam anlayamadıkları, kolayca iletişim kuramadıkları ve alışılmış, bildik bir tarzda davranacaklarını sanmadıkları öteki ile karşılaşmalarında yaşadıkları rahatsızlık, huzursuzluk ve gerginlik hetereofobi olarak adlandırılmaktadır. Hetereofobi farklı olandan korkmak anlamına gelmektedir.Zygmunt Bauman hetereofobiyi, “İnsanların durumu denetim altına alamadıkları ve böylece, gelişmeleri etkileyemeyecekleri gibi, kendi eylemlerinin sonuçlarını da kestiremeyecekleri duygusundan kaynaklanan daha büyük gerginliklere kapılmalarıdır. Hetereofobi bu gerginliğin gerçekçi ya da gerçek dışı bir nesnelleşmesi olarak ortaya çıkar.”  diyerek tanımlar.Bauman’a göre ırkçılık ve hetereofobi aynı anlamda kullanılabilinir. Hetereofobi olgusundaki yabancı/öteki, yalnızca rahatsızlık verecek kadar yakın, ama tanınması gereken mesafede tutulması kolay ayrı bir insan kategorisi değil, kolektifliği belli olmayan, genel olarak teşhis edilemeyen bu yüzden de kabul edilmeyendir.Bu olgudaki yabancı /öteki koruyucu önlem alınmaması halinde ya da denetlenmemesi halinde yerli grubun içine sızacak ve onunla karışacaktır. Irkçılık sadece genetik ölçütle (deri rengi gibi) ya da toplumsal ölçütle (dinsel, kültürel, dilsel tercihler) alakalı değildir.Bir topluluk kendisi olabilmek için güç kazanmalıdır. Bu gücün de tamamen kendi kazançlarına olması için kendi grubunun etrafında toplanmak zorundadır. Bu görüşü ulus bilincinden örneklendirirsek kendisi olmak için, sahte, dış, melez ya da kozmopolit unsurları saf dışı etmelidir.Ancak ötekine yönelik saldırılar sadece etnisiteye, ırka ya da cinsiyete değil aynı zamanda dejenere olduğu düşünülen insanlara da uygulanmıştır. Öjenik teorisi, sakat ve hasta insanların ayıklanması ve sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla bir insan ırkının “ıslah edilmesi” anlamına gelmektedir. Örneğin Nazi döneminde 300.000 üzerinde kişinin kısırlaştırıldığı bilinmektedir. Bununla da kalmayıp çocuk ötenazisi için tam yetki verilmiştir.Ötekine karşı yargılar cinsel kimliklerde de gözlenir. Cinsel kimliklerin tanımlanmasında da kimlik mekanizması aynıdır. Cinsel kimliklerde çoğu zaman toplum kurucular tarafından belirlenen roller belirleyici olmuştur. Bununla birlikte cinsel kimlikte önyargı ve ayrım bununla da sınırlı kalmaz. Bireylerin cinsel kimliğini algılaması ya da arzularını yaşama biçimi göründüğünden daha karmaşıktır. Erkek ya da kadın sadece biyolojik olarak erkek ya da kadın olduğu için değil, aynı zamanda toplumun erkeksi ya da kadınsı karakterlerini taşıdığı sürece değer görmektedir. Aksi takdirde toplum dışına itilir, tepki duyulur ve hatta cezalandırılır. Dolayısıyla birçok heteroseksüel birey, benliğinde homofobik bir yan barındırır.Kimlik sorunu, kişi, grup ve toplulukların resmi-ulusal ve tarihi-kültürel kimliklerinde ortaya çıkmaktadır. Yani, insanları ayırdığımızda değil de bu bağlamda birleştirmeye çalıştığımızda kimlik sorunu ortaya çıkar. Bireyin kendini olduğuna inandırdığı şeyle ötekinin bireyi nasıl gördüğüne dair etkileşim de aradaki gerginliği artırmaktadır. Ulusal kimlik, ulusal kültürün yaratılmış olması ile ulusal devletin yönetiminde, belirli coğrafya sınırları içinde yaşayan tüm bireylerin ortaklaşa yaşadıkları, hissettikleri tarihsel ve kültürel kimlik yani bizlik duygusudur. Ulusal kimlik, politik, ekonomik, dinsel, sosyal, felsefi, edebi hareketleri başlatan ve toplumların değişimini, dönüşümünü ve gelişimini sağlayan bir itici güçtür. Dolayısıyla bireylerin oluşumuna en önemli etkiyi yapan ulusal kimlik kavramıdır.Görüldüğü gibi kimliğe yöneltilen kimiz, nereden geliyor, nereye gidiyoruz? gibi sorulara verdiğimiz yanıtlar kimliği; yanıtlarımızın çelişmesi ise kimlik ve öteki sorununu ortaya koymaktadır. Bu anlamda kimlik tam bir tarih ve sosyoloji sorunudur.Ancak, kimliğimizi daha doğrusu ben’i oluşturan mekanizmayı anlarsak benin temelinde var olan ve bizi yanıltıp duran zihinsel süreci denetlemek ve dizginlemek de o kadar kolay olacaktır.Terörizm saçmalığı, Savaş saçmalığı, Hitler ve benzeri adamların saçmalığı, cinayet saçmalığı, yabancı düşmanlığı ya da homofobik yaklaşımlar ya da ırkçılığı makul gösterme çabaları saçmadır!Türkler/Kürtler/ Araplar şöyledir.. İngilizler/ Amerikalılar/ Fransızlar böyledir.. Yahudiler / Hristiyanlar / Müslümanlar budur, Kadın/ Erkek/ Homoseksüel dediğin şöyle olur gibi genellemeler yapmak saçmadır!Bir kişiden bir ‘şey’ yapmak Madımak’ın ya da Charlie Hebdo’ nun.. Bir gruptan bir ‘şey’ yapmak, Hiroşima ya da Auschwitz’in yolunu açmak anlamına gelir!İnsan kimdir? Nedir insan? Nereden gelmiş, nereye gider? sorularıyla yola çıkılırsa kimlik ve kimlik sorununa doğru ve basit yanıtlar bulabiliriz Çünkü kimiz? Kimsiniz? sorusunun öncelikli bilimsel yanıtı kısaca ‘İNSAN’dır.Ece Türkmut Not: 2005 yılında Sahne Sanatları alanında lisans tezi verirken incelediğim konu, ailesini Nazi katliamında Auschwitz’de kaybetmiş bir Macar Yahudisi olan, George Tabori’nin yazdığı oyunlarda “Kimlik ve Öteki” sorunu ile ilgili bir incelemeydi. Tabori sanıldığının aksine oyunlarında sadece Yahudi sorunuyla ilgili değil, bu izlekten yola çıkarak öteki olma, ön yargı, ırkçılık, kurban olma durumu gibi temaları irdelemetedir. Bu sosyo-politik temalar, temelde kimlik kavramı çerçevesinde incelenmiştir. Kendi akademik çalışmam olduğu için ayrıca kaynak göstermedim.